29 Ekim 2012 Pazartesi

Yamalı çorapların gururlu çocukları


Bu tarihlerde bizler yoksul ile orta halli arası ailelerdik. Çoraplarımız yamalı, pabuçlarımız eskiydi.

Çoğumuzun paltosu yoktu. Devlet de böyleydi. (Küçücük bir bütçesi olduğunu ileriki yıllarda öğrenmiştim ve gözlerim yaşarmıştı.) Az yoksul ya da orta halliye yakın bir devletti. Ama biz çocuklar, neredeyse dünyayı yenmiş bir milletin çocukları olarak çok gururluyduk. Başımız dikti. Geleceğe büyük bir güvenle bakıyorduk.    

1930 doğumluyum. 1936 yılı eylülünde İstanbul Bakırköy’de (Taş Mektep’te) ilkokula başladım. Dikkatli, meraklı bir çocuktum. Bakırköy’deki, 1940-42 yılında Kırıkkale’deki, sonra Ankara’daki Cumhuriyet bayramları nasıl olurdu? Bunları anlatacağım.

Okulda sınıf küçük bayraklar, krepon kâğıtları, defne dalları ile süslenirdi. Şükran öğretmen renkli tebeşirlerle ve büyük harflerle karatahtaya “Yaşasın Cumhuriyet” diye yazardı. Cumhuriyet’in devraldığı mirası ve Cumhuriyet’in neler yaptığını, yapmakta olduğunu, ideallerini anlatırdı. Tören için okul bahçesinde toplanınca okulumuzun başöğretmeni Şükrü Kafaoğlu gür sesiyle kısa ama etkili bir konuşma yapardı. Topluca “Dağ Başını Duman Almış”, “Onuncu Yıl” marşlarını söylerdik. 

MADALYALI ENİŞTE

Biz Milli Mücadele’yi yapmış, Cumhuriyet’i ilan etmiş olanlarla birlikte yaşıyorduk. Orta yaşlı bir erkek öğretmen vardı. Boş derslerde sınıfa gelirdi. Milli Mücadele’ye katılmış bir gaziydi. Bize cephe ve cephe gerisi izlenimlerini anlatırdı. Evde anneannem, annem işgal günlerini ve kurtuluşu anlatırlardı. Milli Mücadele’yi yapanların çoğu sağdı. Bakırköy’de birçok Milli Mücadele kahramanı vardı. Büyük eniştemiz İstiklal madalyalı bir kahramandı. Bu madalyayı Bakırköy Barut Fabrikası’ndan Anadolu’ya cephane kaçırma işinde çalıştığı için almıştı. İmalat-ı Harbiye’nin ünlü bazı ustaları yeniden açılan Barut Fabrikası’nda çalışıyorlardı. Eve sık sık misafir gelirdi. Daha çok işgal günleri, neler olduğu, zaferi, ordunun İstanbul’a gelişini, Cumhuriyet’in ilanını konuşurlardı. Bütün bunlar daha dün olmuştu, heyecanı sürüyordu. 

ATATÜRK’Ü GÖRDÜM

İçlerinde bir nedenle Atatürk’ü görmüş olanlar vardı. (Ben de 1937 yılı yazında Bakırköy’e, bizim yakınımızdaki Viyana Gazinosu’na geldikleri ve arkadaşım Yani’nin evini gezdiklerini zaman gördüm.) Atatürk’ü hayranlık, saygı, minnetle anlatırlardı. Zaferle biten Milli Mücadele birçok mucizenin birbirini izlemesi demekti. Atatürk bu çooook büyük zaferin lideri, Başkomutanı idi. (Zaferin büyüklüğünü anlamamış olan bilim adamları ve politikacıların varlığı beni şaşırtıyor. Sanırım o tarihteki Türkiye’nin ve dünyanın halini hiç bilmiyorlar. Konuşmasalar sevaba girecekler.)  

SITMAYI DA YENDİK

Bu tarihlerde bizler yoksul ile orta halli arası ailelerdik. Çoraplarımız yamalı, pabuçlarımız eskiydi. Çoğumuzun paltosu yoktu. Devlet de böyleydi. (Küçücük bir bütçesi olduğunu ileriki yıllarda öğrenmiştim ve gözlerim yaşarmıştı.) Az yoksul ya da orta halliye yakın bir devletti. Ama biz çocuklar, neredeyse dünyayı yenmiş bir milletin çocukları olarak çok gururluyduk. Başımız dikti. Geleceğe büyük bir güvenle bakıyorduk. Cumhuriyet’in ilk 15 yılı inanılması zor, çok önemli başarılarla dolu bir dönemdir. Birini söyleyeyim. Dünyanın en büyük sağlık savaşı, Türkiye’de yapılan sıtma savaşıdır. Frengi, verem, trahom gibi yaygın hastalıklar frenlenmiş ve yok edilmiştir. Bu zaferi sayısı 500 kadar olan kahraman, yurtsever doktorlar kazanmıştır. Bir sıtma savaş grubu başkanı doktor, Sağlık Bakanı’ndan üç misli aylık alıyordu. Bu kanunu Sağlık Bakanı hazırlamıştı. Cumhuriyet, öğretmenlere, bilim adamlarına, doktorlara, adalet mensuplarına ve askerlere büyük önem vermiş, özel saygı göstermiştir. 

TÜRK MUCİZESİ

Yabancılar Milli Mücadele’yi ve bu dönemi, Türk Mucizesi diye adlandırıyorlar. Cumhuriyet Bayramı en büyük bayramdır. Yöneticinin kulu olmaktan çıkıp yurttaş olmanın, yurdun sahibi olmanın, bağımsız bir ülkenin insanı olmanın bayramıdır. Bakırköy arifeden bayraklarla donanırdı. İstasyon Caddesi’nde iki yan arasına gerilen tellere, yerlere kadar uzanan birkaç büyük bayrak asılırdı. Bu bayraklar altlarından geçerken, büyük küçük, Türk, Kürt, Sünni, Alevi, kadın erkek hepimizin başını okşardı.

BABAM EVİ SÜSLERDİ

Barut Fabrikası’nda usta olarak çalışan babam evimizi ampullerle ve defne dalları ile süslerdi. Birçok ev böyleydi. Gece sokaklar gündüz gibi olurdu. Bakırköylüler İstasyon ve İstanbul caddelerinde, Gençlik Caddesi’nde topluca gezer, bağırır, güler, şarkılar söyler, bayram neşesini yaşarlardı. Biz de katılırdık. Polisler bu neşenin koruyucuları, güvenceleriydi. Polislere biz çocuklar ‘Polis amca’ derdik, büyükler ‘Polis bey’ derlerdi. 
Kırıkkale’ye 41 yılında geldik. Burası yedi-sekiz askeri fabrikanın bulunduğu bir yerdi. Eski, kerpiç Kırıkkale’nin (toprak mahalle denirdi) yanında modern bir şehircik olarak kurulmuştu. Cumhuriyet Bayramı okulda, sınıflar süslenerek kutlanırdı. Öğretmen günlerce Cumhuriyet’i anlatırdı. Bayram günü öğleye yakın şehrin orta yerinde yan yana iki park vardı, orada toplanılırdı. Bizler de gelirdik. İki-üç konuşma yapılırdı. Hatırladığım kadarıyla bütün aileler katılırdı. Gece sinemada toplantı yapılırdı. Annemle babam katılırlardı. Konuşmalar yapılır, halkoyunları oynanır, halkevinin ya da fabrikaların tiyatro kolu bir temsil verirdi. Birinin adını hatırlıyorum: Doğan Güneş. 

TÜRK MALI TÜFEKLER

1941-42’de ortaokula devam etmek için Ankara’ya geldim. Arife günü Ulus’ta, Zafer Anıtı’nın altında bir kürsü gördüm. Üzerinde Halk Kürsüsü yazıyordu. Bayram günü dileyen bu kürsüye çıkar konuşurmuş. Hipodroma geçit törenine gittiğimiz ya da okuldaki törene katıldığımız için bu konuşmaları izleyemedim. 
İlk olarak hipodroma gitmiştim. Hipodrom tıklım tıklım doluydu. Birçok insan yakın ilçelerden ve köylerden gelirmiş. Sonraları bu kafilelerin gelişlerini görecektim. Anavatana koşan göçmenler gibiydiler. Tüfekler ve toplar Kırıkkale ürünü, Türk malıydı. Ordunun görkemle, düzenle geçişi hepimize büyük güven ve gurur verirdi. (Kayseri’de ve Etimesgut’ta iki uçak fabrikamız vardı. İlk denizaltımızın omurgası 1937’de Taşkızak Tersanesi’nde kızağa konmuştu.) 

AKAN BAYRAK SELİ

Askeri birliklerden ve uçaklardan sonra Türkiye’nin dört bir yanından gelen izciler geçerdi. Pek çok izci olurdu. Binlerce bayrakla geçerlerdi. Halk dalgalanarak akıp geçen bayrak selini, sancakları selamladığı gibi, ayakta alkışlardı. Şehir ışıklarla, bayraklarla ve halkın neşesiyle donanırdı. Kalabalıkları millet, bir yurdun yurttaşı yapan, milli birliği koruyan, güçlendiren, yücelten bu bayramlardır. Yoksa halk giderek kuru kalabalığa döner. Cebeci’de, Hamamönü’nde, Samanpazarı’nda, Sıhhiye’de oturduk. Halk geceleri sokaklara, caddelere dökülürdü. Kısacası halk canlıydı, bayramını gönlünce yaşardı. Birçok kuruluş da fener alayları düzenlerdi. Yola çıkar, fener alayını selamlar, alkışlar, belki biraz birlikte yürürdük. Bandolar birçok yerde halka konser verirlerdi. Hiç kısıtlama, yasak görmedik, tanımadık, duymadık. 1944 yılında Alman ordusu Trakya sınırına dayanınca, ışıksız geceler başladı. Işıklar karartılıyordu. O zaman şehirleri geceleri ışıkla donatmaya, savaş bitene kadar, iki yıl ara verildi. Sonra ilk gelen Cumhuriyet Bayramı’nda Ankara yine ışıklar içinde yüzdü. Halk kuruluşunda, ya canı, ya kanı, ya emeği, ya duası ile katkıda bulunduğu Cumhuriyet’i, devletiyle birlikte coşkuyla, uça uça, sevinç içinde kutladı. 

GELECEĞİN BAHÇELERİ

Çünkü Cumhuriyet’i hazırlayan dönemlerin ne kadar kan, gözyaşı ve emekle aşıldığını, Cumhuriyet’in uygarlık, özgürlük, kadın-erkek eşitliği, bilim, aklın özgürlüğü, parasız eğitim ve sağlık, demiryolu, sanayi, sanat, spor, yaşama sevinci demek olduğunu biliyordu. İyi biliyorlardı. Sonraları bu coşku, özen, sevinç azar azar, usul usul azaldı. Bunun nedenlerini hep birlikte düşünmeli, saptamalı ve gerekeni yapmalıyız. Milli bayramı olmayan, halkı milli günlerle coşmayan, mutlu olmayan, heyecanlanmayan hiçbir uygar, çağdaş, ileri bir millet ve devlet yoktur.
Bu yıl eski bayramları aratmayacak bir bayram sevinci yaşayalım. Çocuklarımızı bu sevinçle büyütelim. Geleceğimizin bahçelerini bu sevinçle yıkayalım. Kurumuş bahçeleri canlandırmak çok zor olur.

Düşmanı yenen Türk makinelisi

GAZİANTEP’te “Şu Çılgın Türkler”in yazarı Turgut Özakman’ın ziyaret edip, övgüyle sözettiği Savaş Müzesi’nde, kentin özgürlük savaşı anlatılıyor. Teşhir edilen araç gereçlerden sahan bombası ve tak-tak, savaşın yokluklara rağmen nasıl kazanıldığını gözler önüne seriyor. Bakırdan yapılan ve yemek pişirip ısıtmakta kullanılan sahanlar, savaş sırasında içine kara barut ve demir parçaları doldurularak bombaya dönüştürülmüş. Düşmanın 300 makineli tüfeğine karşı geliştirilen ve tahtadan yapılan tak-tak ile makineli tüfek sesi çıkararak, Fransız ordusuna gözdağı verilmiş. Mücadele için nasıl cephane üretildiğinin ayrıntılarıyla anlatıldığı “Bizim Fabrika” isimli panoda, demirci ustası, kuyumcu ve dökümcülerin kendi imkanlarıyla hazırladığı fişek, makineli tüfek ve kara barutun yapımına dair bilgiler veriliyor. Yaşları 10-12 arasında değişen çocukların düşman siperlerinden toplayıp getirdiği kovanların doldurularak Fransızlara karşı yeniden nasıl kullanıldığı anlatılıyor. Sabuncu Hanı’nda Yusuf Usta, Teğmen Mustafa Lohanlı, Tevfik Usta, Kuyumcu Sait, Mısırlı Mahmut, Müzik Öğretmeni Hilmi ile kadın ve çocukların gayretleriyle harbin en çetin günlerinde 200 kilo barut, 6 bin fişek, 150 bomba ve 20 bin mavzer fişeği yapılmış. Kent halkının kaleden indirip kullandıkları ve şu an Paris’teki askeri müzede sergilenen Ramazan topunun bir kopyası da müzenin bahçesinde yer alıyor. Antep Savunması’nın A’dan Z’ye yeni kuşaklara aktarıldığı müzede, Gazianteplilerden savaşa katılan dedelerinden kalma eserlerini müzeye bağışlamaları isteniyor. 6 bin 317 kişinin şehit düştüğü Antep savunmasının anlatıldığı müzede, 30 Aralık 1919’daki Büyük Miting, annesinin peçesinin açılmak istenmesi üzerine 3 Fransız askerine karşı koyup, süngülenen, 14 yaşındaki Şehit Kamil’i, Dokurcum Değirmeni’nde şehit edilen 14 çocuğun hikayesini öğrenmek mümkün. 

29 Ekim 2012 Tarihli Hürriyet Gazetesinden...

21 Ekim 2012 Pazar













    




Kültürümüzü, benliğimizi, kimliğimizi kısacası bizi biz yapan şeylerimizi koruyan "DİL"dir. Dilimize giren bu yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarını kullanalım. 



15 Ekim 2012 Pazartesi



          Geçen gün bir dünya rekoru kırıldı. Uzaydan atlayış yapan Felix ses hızını geçen ilk insan oldu.

12 Ekim 2012 Cuma





Sen evde anneni falan tersleyip kızıyorsun ya, yetimhanede çocuklar yataklarının kenarına "ANNE" yazıyorlar.



   Ailemizin her bir bireyinin özellikle annelerimizin kıymetini bilelim. Unutmayalım ki sıcacık bir aile içinde büyüyemeyen, annesi babası başında olmayan nice çocuk var bu hayatta!

8 Ekim 2012 Pazartesi


ÖZDEMİR ASAF

Anahtar
Konuşmak susmanın kokusudur. 
Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. 
Yalan korkaklığın tortusudur. 
Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.



7 Ekim 2012 Pazar


DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem  ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, 
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Cahit Sıtkı TARANCI

BİR KİTAP TANITIMI: KRALİÇEYİ KURTARMAK
       


        Bir kraliçeyi kapatıldığı zindandan matematikle kurtarmak mümkün mü dersiniz?
        Aleks, yolda bulduğu kalemin en zor matematik problemlerini bile çözüverdiğini fark edince çok sevindi. Derken kitaplığında ortaya çıkan esrarengiz bir kitap, hem onu hem de arkadaşları Sam ile Vanessa'yı esir aldı. Kitapta anlatıldığına göre, kötü kral Rencher'in şatosuna hapsettiği zümrüt kraliçe Jayden'in, üzerine kilitlenen kapıları açabilmek için 400 bilmeceyi çözmesi gerekiyordu. Kraliçeye de ancak çocuklar yardım edebilirdi. Oysa, giderek zorlaşan matematik problemlerini çözmek neredeyse olanaksız gibiydi.
Kraliçeyi Kurtarmak, Vladimir Tumanov,Mine Kazmaoğlu
Vladamir Tumanov
( Umarım ilginizi çekmiştir.)

4 Ekim 2012 Perşembe

                                         "Para Cüzdanı" metniyle ilgili anlatmış olduğum haber:



   YOLUMUZDAKİ ENGELLER
   Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.
   Bakalım neler olacaktı? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
   Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti.
   Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı .. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde .."Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
  Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
  "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.”

3 Ekim 2012 Çarşamba

Aslında Hepimiz Zekiyiz " FAZIL SAY "

..."ASLINDA HEPİMİZ ZEKİYİZ" konumuz ile ilgili olarak sizlere ünlü piyanistimiz Fazıl Say' ın hayatını örnek göstermek istedim.


                    FAZIL SAY ----- PİYANİST


 



      “ O, sadece dahi bir piyanist değil; şüphesiz ki 21. yüzyılın en büyük sanatçılarından biri olacaktır.” ( “Le Figaro” Paris )
   1970 yılında Ankara’da doğan Fazıl Say, 4 yaşında piyanoya başlamış, Ankara Devlet Konservatuarı’nda “Üstün Yetenekli Çocuklar için Özel Statü”de öğrenim görerek 1987’de konservatuarın piyano ve kompozisyon bölümlerini bitirmiştir. Çalışmalarını Alman bursuyla Düsseldorf Müzik Yüksek Okulu’nda sürdüren sanatçımız, 1991’de konçerto solisti diplomasını almış, 1992’de Berlin Tasarım Sanatları ve Müzik Akademisi’nde piyano ve oda müziği öğretmenliğine getirilmiştir. 1994’te Genç Konser Solistleri Avrupa yarışmasında birincilik kazanan Say, 1995’te New York’ta yapılan kıtalararası yarışmanın da birincisi olarak parlak konser kariyerine başlamıştır. Ayrıca, besteci yönüyle başarılar kazanan sanatçı, oratoryolar, piyano konçertoları, çeşitli formlarda orkestra, oda müziği ve piyano eserleri, şan ve piyano için çok sayıda şarkı bestelemiştir. Bu eserler arasında “Nazım” ve “Metin Altıok Ağıtı” başlıklı oratoryolar, 4 piyano konçertosu, Zürih Üniversitesi’nin siparişi üzerine “Albert Einstein”’ın anısına yazdığı orkestra eseri, Mozart’ın 250. doğum yılında Viyana’daki Kutlama Komitesi’nin siparişi dolayısıyla bestelenen “Patara” adlı bale müziği vardır.
    Beş kıtada sürdürdüğü konserleri ve yankı uyandıran CD’leriyle bütün dünyada aranan bir piyanist olan Fazıl Say, derinlikli yorum kavrayışı nedeniyle günümüze kadar 20 uluslararası ödülle onurlandırılmıştır. Sunduğu konserlerle her yıl yüz binlerce müzikseverin hayranlığını kazanan sanatçı, New York Filarmoni, St. Petersburg Filarmoni, Amsterdam Concertgebouw, Viyana Filarmoni, Çek Filarmoni, İsrail Filarmoni, Orchestre National de France, Tokyo Senfoni gibi orkestralar eşliğinde çağımızın tanınmış şefleriyle konser vermiş, 2007 Floransa Festivali’nin kapanış konserinde Zubin Mehta’nın yönettiği Floransa Orkestrası ile yirmi bin kişi tarafından izlenen bir açık hava konseri sunmuştur. Yine 2007 yılında Montreux Caz Festivali’nde piyano jürisinin başkanlığını yapan Say’ın, Türk saz şairi Aşık Veysel’in “Kara Toprak” adlı halk şarkısından esinlenerek bestelediği piyano parçasını da içeren aynı başlıklı CD, Amerika’da Bilboard listelerinde 6. sıraya yükselmiştir. 2008’de Avrupa Birliği tarafından “Kültür Elçisi” unvanıyla görevlendirilen Fazıl Say, doğu ve batı kültürleri arasında yeni köprü kurmayı amaçlamıştır.